Üç ay önce indirimden turuncu bir polar almıştım. Neredeyse yok pahasına, beşte biri fiyatına. Ne kadar giysem o kadar eskitemeyeceğim kadar iyi bir maldı.
Getirip eve askıya astım. Askı dediğim de dolapta, kapalı yerde değil, küçücük evde açıkta, sürekli gözümün önünde.
Kış vakti üşüdükçe arada bir alıp giyiyor, aynada kendime bakıyor, onu ve onun içindeyken kendimi pek güzel buluyor, sonra çıkarıp tekrar yerine asıyordum.
Üzerime tam oturuyordu, pek narin, bir o kadar şık görünüyordu. Neyse şimdi açık renk, yemek yaparken filan kirlenmesin… film izlerken uyuyakalınca dirsekleri iz yapmasın… sokağa çıkarken giyerim… yürürken giyerim… koşarken, atlarken, zıplarken giyerim… temiz temiz giyerim… deyip deyip bir türlü üzerime geçiremedim.
Üç ay boyunca evde üşümeyeyim diye kendimi lahana gibi eski yün kazaklarıma sardım.
Geçen hafta hava güzeldi. Güneş vardı, yağmur yoktu. Kaban sıcak geliyordu, gidiş dönüş bir saat yürüyecek yolum vardı. Aldım askıdan turuncu polarımı, giydim. Gittim aynaya baktım. O da, onun içindeki ben de çok güzeldik.
Çıktım evden. Yarım saat gittim. İşimi bitirip dönüşe geçtim. Yolda durup ekmek aldım. Çantama koyup bana bakan ucundan biraz kopardım. Sonra sıcak geldi, polarımı çıkarıp çantamın sapına astım.
Eve geldikten iki saat sonra hafif üşüyünce “Polarımı giyeyim bari” dedim. Askıya baktım, yoktu. “Banyoda mı çıkardım acaba” dedim, iki adım attım orada da bulamadım.
Son hatırladığım, çantamın kolunda asılıyken, ekmeğin ucundan biraz daha kopardığım ve bu esnada “Dikkat edeyim de düşmesin” dediğimdi.
Dönüp aynı yolun on beş dakikasını tekrar yürüdüm. Polarıma rast gelmedim. Yol üstündeki dükkânlardan birkaçına girip sorabilirdim acaba biri bıraktı mı diye, o da içimden gelmedi. Bunun yerine eve dönerken düşündüm.
Kendime aldığım bir şeyi kullanmayı kedime çok görmüştüm. Kendime hediye ettiğim bir şeyi kendimden esirgemiştim. Mademki ben kendime aldığım eşyayı ona ihtiyacım olduğunda kullanmamıştım, o da sokağa ilk çıkardığım gün benden gitmeye karar vermişti.
Hayat bana demişti ki “Mademki hak ettiğine inanmıyorsun, ona senden alıp başkasına veriyorum.” Ekmek yediğim için olacak, duymamıştım.
Beni sevindiren ilk şey, üç ay kendimden esirgediğim eşyayı yolda düşürdüğümü idrak ettiğim ân, acı duymamam, evden can havliyle çıkmamamdır.
Beni sevindiren ikinci şey, o yolda yürüyen öğrencileri gözümün önüne getirip “Kim bulduysa güle güle kullansın” diye içimden geçirebilmemdir. Üç ay kendi malını kullanmaya kıyamayan birinden beklenmeyecek olgunlukta davranışlar bunlar.
Dünya malına tutunmamayı öğrenmişim. Fakat rahatlığa, kolaylığa, güzelliğe lâyık olduğuma inanmayı tam öğrenememişim. Bu konuda alacak yolum var.
İnsan sadece indirimden aldığı poları değil, iyi ve güzel olan hiçbir şeyi kendine çok görmemeli. İyi şeylere, güzel şeylere, kolaylığa, rahatlığa, yeniliğe, birazcık konfora, mutluluğa layık olduğuna inanmalı. Hak ettiğine inanmadığın her neyse, sende durmuyor.
İnsan hep öğreniyor. Fark etmek işin yarısı, kabul etmek çeğreği, kalanı uygulama. Mesela, indirimden aldığın poları evde giymeyi hak ettiğine inanmak ve giymek.
Bazen bir şeylerimizi kaybederiz. Bir şeyler bizden gider. Yana yakıla peşine düşmek, tekrar bizim olsun diye çabalamak verdiğimiz ilk tepkidir. Oysa neden gittiğine bakmak gerekir.
Bu bazen polar olur, bazen para, bazen insan. Hepsinin bizden gitmesinin bir nedeni vardır. Bizdeyken, bizimleyken kendimize yakıştıramadığımız şeyler bizde durmazlar.Bence gayet mantıklı.
Öğrendiğim bir şey daha var. Salonu silip süpürüp kendin oturmayıp kapısını sadece misafir gelince açmakla, aldığın poları üç ay saklayıp giymemek aynı şey. Âleme gülmeden önce dönüp kendine bakmak lazım.