Bir karı-koca sabah uyanırlar. Kadın eşinin yere attığı pijamasına söylenir.
Erkek “uff her gün aynı dır dır, bıktım artık” der, sinirle içeri geçer.
“Bütün gün oturuyorsun evde, iki tıkır iş yapıyorsun onu da burnumuzdan getiriyorsun” diye çıkışır.
Kadın çok sinirlenir. Öfkeyle “Demek iki tıkır iş ha? O da yok sana, kahvaltı falan kurmuyorum. İş yerinde poğaçaya talim et de gör” der.
Erkek hışımla kapıyı çarpıp çıkar evden.
Kadın kendine bir bardak çay koyarken, sakinleşmek için radyoyu açar.
Bir yandan da “Bıktım bu adamdan..” diye söylenmeye devam etmektedir.
Birkaç şarkı dinler. Radyoda müziğin arasına bir son dakika haberi girer.
Haberde “Falanca caddede zincirleme kaza oldu. Ölü ve yaralılar var” denmektedir.
Kadın elindeki bardağı yere düşürür. Çünkü o cadde, eşinin işe giderken geçtiği caddedir.
Hemen korku ve telaşla telefona sarılır, eşini arar.
O sırada ağlamaktan gözleri kızarmış kocası içeri girer.
Kadın hıçkırıklarla kocasına sarılır. “Ya sana bir şey olsaydı…” der. “Sana son sözlerim ne kadar da kötüydü…”
Adam “Ya bana birşey olsaydı ve seninle son dakikalarımı kavgayla geçirmiş olarak göçseydim bu dünyadan. Ne üzücü olurdu” diye cevap verir…
Yıllar önce dinlemiştim bu öyküyü, çok etkilenmiştim.
Şimdi her gün eşimi bu düşünceyle uğurlayıp, gece uykuya bu düşünceyle geçmeye çalışıyorum;
“Eğer bugün son günümüz olsaydı; nasıl geçirmek, neler söylemek, bu güne hangi duyguları emanet bırakmak isterdim?”
Soralım kendimize, çünkü “son gün” kime ne zaman gelir, bilemeyiz…
H. Kübra Tongar