Sırça Köşk

Bir zamanlar boş gezmeyi iş yapmaktan çok seven üç arkadaş varmış. Bu kafadarlar, yan gelip yatarak güzelce yaşamak için ne yapabileceklerini düşünürlerken şöyle bir plan yapmışlar.

Güzel bir şehre gitmişler. Şehrin pazarında “Bu memleketin sırça köşkü nerede? Aaa yok mu? Sırça köşkü olmayan şehir mi olur?” diye söylenti çıkarmışlar.

Şehir ahalisi de “Bizim başka şehirlerden niye noksanımız olsun?” demişler ve sırça köşk inşasına başlamışlar.

Gitgide inşaat büyümüş ve bitmiş. Bir şekilde kendisine sırça köşkte yer bulanlar, ekmek elden su gölden yaşamanın tadını almışlar ve sırça köşkün çok lüzumlu bir şey olduğuna inanmışlar. Halkı da buna inandırmışlar.

Sırça köşke girmenin kolayını bulan ordan çıkmaz istemez, bunun tersine dışarıda kalanlar yolunu bulup içerde bir yer kapmaya uğraşırmış.

Zamanla halktan homurtular yükselmiş.

─ Sırça köşk lazım, anladık, ama bu kadar çok odaya, bu kadar hazır yiyiciye ne lüzum var?

─ Şu odada ben otururum, sırça köşkün başında ben varım, bensiz bu iş yürür mü? Şu odalarsa baş yardımcılarımızın. Biz idare etmesek ne köşk kalır, ne siz kalırsınız!

Halk ne sorduysa cevabını almış, bütün odalarda bu odalarda aylak oturan insanların pek lüzumlu olduğuna inanmış; çünkü bunların kimi sırça köşkün ışıkçı başısı, kimi döşekçi başısı, kimi onun yamağı, kimi yamağının yamağı imiş.

Eh, artık bir sırça köşk olduktan sonra, onun hizmetine bakanlar, sonra bu hizmete bakanların hizmetine bakanlar elbette olacakmış. Ama sırça köşktekiler arttıkça, halkta onları doyuracak takat kalmamış. O zaman sırça köşkün adamları gelip herkesin yiyeceğini, giyeceğini zorla almışlar. Ayak direyenleri götürüp sırça köşkün bodrumuna kapatmışlar.

Halk, Başına kendi sardırdığı bu beladan kurtulmaya kalkışamazmış; çünkü sırça köşkün adamları, gezdikleri dolaştıkları yerde, onun hiçbir kuvvetin yıkamayacağı kadar sağlam olduğunu söyler, saf kimseleri buna inandırır, inanmayanları ise bin bir zulüm, bin bir hile ile sustururlarmış.

Sırça köşkün de gözü doymak bilmez, istedikçe istermiş. Baştakiler doğuştan tembel oldukları, sonradan yanaşanlar da çalışmayı çoktan unuttukları için, kendilerini besleyenlere, buna karşılık bir şeyler borçlu olduklarını akıllarına bile getirmezler, yalnız birbirlerinin hizmetine bakarlar, memleketin halkına, bir köylünün inekleriyle köpeklerine baktığı kadar bile göz kulak olmazlarmış.

Ama halkın gözü yıldığı için elindekini avucundakini vermiş. Artık bir gün verecek bir şeyi kalmamış, çünkü sırça köşkten çıkan bir emirle herkes elindeki son koyunu da vermeye çağrılmış. Getirmişler, teslim etmişler, söve saya dağılmaya başlamışlar.

Onların böyle homurdandığını, artık verecek bir şeyleri kalmadığı için korkacak bir şeyleri de olmadığını fark eden bizim ahbapların elebaşısı sırça köşkün balkonuna çıkmış, sesini tatlılaştırıp onlara demiş ki:

─ Ey millet, birçok şeyler verdiniz, büyük sıkıntılara katlandınız, ama dostun düşmanın hayran olduğu bir sırça köşk elde ettiniz. Onun azameti, onun parlaklığı yanında üç beş çuval ekin, dört beş davar nedir ki?..

Biz sizin şanınız, şerefiniz için çalışıyoruz, sizin iyiliğinizden başka bir şey düşünmüyoruz. Bakın, bugün getirip bıraktığınız koyunların bile hepsini yemedik, boğazımızdan kestik, bir kısmını size geri vereceğiz. Bütün koyunların kelleleri halka dağıtılsın!

Ancak kellelerin beyinleri yoktur.

─ Siz beyni ne yapacaksınız, pişirmesini bilmezsiniz, ziyan edersiniz.

Dilleri de yoktur.

─ Dilin size ne lüzumu yok, yemesini beceremezsiniz.

Kellerin gözleri de alınmıştır.

─ Siz o gözün de nasıl kullanılacağını bilemezsiniz, vazgeçin ondan da.

Bunun üzerine halk, beyinsiz, dilsiz, gözsüz kelleleriyle dağılmak üzereyken, aralarında canından bezmiş biri:

─ Böyle başın da bana lüzumu yok! diyerek, boynuzundan tuttuğu kelleyi fırlatıvermiş. İşte o zaman herkesin şaştığı bir şey olmuş; hızla gidip sırça köşke çarpan kelle orada ‘Şangır!..’ diye koskocaman bir gedik açmış.

Halk, her şeyden sağlam, hiçbir zaman yıkılmaz, kırılmaz bildiği o koskaca sırça köşkün bu kadar çürük olduğunu görünce, elindeki kelleleri birbiri arkasına ona fırlatmaya başlamış.

Göz açıp kapayıncaya kadar tuzla buz olan sırça köşk çökmüş, yıkılmış, içindekilerin çoğu cam kırıklarının altında ezilmiş, kapıya yakın yerlerdeki beş on kişi zor kurtulmuş…

Halk sırça köşkün enkazını çabuk temizlemiş, dünyada onsuz da yaşanabileceğini anlayarak eski hayatına dönmüş, işini yine arasından seçtiği adamlara gördürmüş, ama sırça köşkün kötü hatırasını uzun zaman zihninden çıkaramamış.

İhtiyarlar çocuklarına ondan bahsederlerken, şu nasihati vermeyi unutmazlarmış:

─ Sakın tepenize bir sırça köşk kurmayınız. Ama günün birinde nasılsa böyle bir sırça köşk kurulursa, onun yıkılmaz, devrilmez bir şey olduğunu sanmayın. En heybetlisini tuzla buz etmek için üç beş kelle fırlatmak yeter.

Sabahattin Ali -Sırça Köşk /1949 (Özet)