Ankara’dan beni ikisi komiser, dört polis götürdü.
Trenle gidiyoruz. Kompartımanda bir teyze ile bir amca var.
Amca galiba demiryolu emeklisi… Yanılmıyorsam kızlarına gidiyorlar.
Bir de ben ve dört görevli…
Polislerin kocaman tabancaları var, neredeyse dizlerine ulaşacak…
Teyze ile konuşuyorlar. Polisler, ‘Koyun tüccarıyız, Erzurum’a gittik, hayvan aldık, İstanbul’da satacağız’ falan diyorlar. Teyze yutmadı tabii…
Bu arada da psikolojik bir terör var. Polisin biri gazete okuyor, bir yandan da konuşuyor: “Adamın dişinin altına cereyan veriyorlar. Işıklı odaya bir girdi mi hâli dumandır.”
Ben hem polisi dinliyor, hem işkenceyi düşünüyorum.
Aklıma Fontamara geliyor, Çan Kay Şek’i öldürmek için kendisini arabanın altına atan Çen geliyor.
Çen de benim gibi bir felsefe öğrencisi… Kendimi onunla ölçüyorum. Ona göre benim durumum daha iyi…
Bu arada polisler horlamaya başladı.
Bunun üzerine o teyze fısıltıyla bana sordu: ‘Oğlum nedir halin?’ Şimdi cevap olarak ne diyeyim?
Siyasi desem olmaz, üniversite öğrencisi, o da olmaz…
Eylemci desem, sosyalistim desem… Tutmayacak…
O kadıncağıza bunlar ne ifade edecek?
Müthiş bir sıkıntı çektim 5-10 saniye… Birden ‘Sevdadır bu teyze’ deyiverdim.
Nasıl aydınlandı kadıncağızın yüzü… Beni kucaklayıp öpmek istedi…
Bir sevgili, bir anne gibiydi. Ömrümce böyle bir anneye, bir ablaya hasret kaldım.
Ahmed Arif