“Ankara’ya hastaneye geldik” dedi kasketli adam “Songül hasta, bir çıkarına bakacağız.”
Ankara Terminalinden Gazi Hastanesine doğru giderken solda reklam panolarının altında taştan bir duvar vardır. Orada otururken gördüm adamı.
Kadın ve çocuğu öyle görünce paraya ihtiyaçları olabileceğini düşünerek “Gideceğiniz yer uzaksa ücretini taksiciyle konuşur ben hallederim” dedim.
Kadın çoktan öne eğmişti başını. Çocuksa uyudu uyuyacak annesinin kucağında bir sağa bir sola dönüp duruyordu. Kasketini çıkartıp bana bakındı adam “Biz dilenci değiliz, yol bilmiyoruz o kadar” dedi.
O an öyle utanmıştım ki artık onları öylece bırakıp gidemezdim. Zor toparladım cümleyi “Tabi ki parasını siz ödeyeceksiniz ama adres bilmiyorsanız işiniz zor.
Taksici sizi daha fazla dolaştırmasın diye söyledim” diyerek suçu taksicilere attım. Samimiyetime inanmış olmalıydı adam “Hacettepe Hastanesine gideceğiz” dedi “bu güne randevumuz var”
Fırsat bu fırsat deyip kendimi tanıttım adama. “Gazeteciyim” dedim. Kitaplarımdan söz edip güvenilir biri olduğumu ima etmeye çalıştım.
Elimde ki bavulu gösterip “İstanbul kitap fuarından geliyorum, taksiye binip Sıhhiye yönüne doğru gideceğimi. Hem Hacettepe Hastanesi de yolumun üzerinde, isterseniz birlikte gideriz” dedim.
Erzurum Hınıslıymış adam, adı İbrahim’miş. “Bizim oralarda bana Sarı İbrahim derler” dedi “bilirsin bizim rengimiz karadır. Bir ben çıkmışım nasılsa o yüzden lakabımı böyle koymuşlar.”
Rençpermiş Sarı İbrahim. Koyunları kuzuları varmış. Karısı Songül çokta nefis peynir yaparmış. Beş çocuğu varmış Sarı İbrahim’in, en büyüğü on beş en küçüğü dört yaşındaymış.
“Bu gördüğün Senem” dedi “en küçüğüdür kendisi. Şu anda 4 yaşında. Songül ise karım. Sara hastasıdır. Eskiden ayda bir nöbet geçirirdi şimdi günde iki kez geçirdiği bile oluyor. Ama sara hastalığı için gelmedik buraya. Yaklaşık iki sene önce bir hastalık geçirdi Songül. Birden konuşamamaya başladı.
Anlayacağın eskiden sara hastasıydı şimdi ahraz oldu. Erzurum’da gitmediğim doktor kalmadı sonunda dediler ki “Hacettepe’dedir bunun çaresi”. Bu yüzden düştük yollara.”
Sonra heybesinin en üstünde duran soğan taneciklerini gösterdi Sarı İbrahim “Bu soğanlar Songül nöbet geçirirse onu yere yatırıp burnuna tutmak için” dedi “Gördüğün gibi yolda yeriz diye hazırladığımız azıktan bile öncelikli bu soğanlar. Azık en altta soğan en üste.”
Tüm bunları elimde ki valizi yere koyup yanlarına oturduğumda anlatmıştı Sarı İbrahim. Ama her ne dedimse birlikte taksiye binmeyi kabul ettirememiştim. Baktım ısrar ettikçe yanlış anlaşılacağım “Bari sizi karşıya geçirmeme izin verin” dedim “ters yönde oturuyorsunuz.”
Karşıya geçmemizle birlikte taksi durdurup Sarı İbrahim ve ailesini bindirmiş ve taksiciye “Hacettepe Hastanesine götür” demiştim. Sarı İbrahim ön koltuğa oturmadan önce benimle el sıkışmış teşekkür etmişti. Yaklaşık on dakika sonrada ben binmiştim taksiye ve yolumuz aynı güzergâh üzerindeydi.
Benim bindiğim taksi Tandoğan Meydanını geçip de Tren Garı güzergahına doğru döndüğünde sağda küçük parkın kenarında Sarı İbrahim ve ailesini gördüm birden.
Acilen taksiyi durdurup yanlarına koştum. Küçük kızları Senem çimenlerin üzerine uzanmış uyuyordu.
Sarı İbrahim ise sara nöbeti geçiren karısı Songül’ü boylu boyunca yere yatırmış ikiye ayırdığı soğanı karısının burnuna tutuyordu. Beni görünce sevinir gibi oldu Sarı İbrahim “Ellerini tut” dedi “çırpınınca sağa sola zarar veriyor.”
Hakikaten de yere sırt üstü uzanmış, ağzında biriken köpükleri sağa sola savurarak çırpınıp duruyordu kadın. Yumruğunu sıkmıştı “Açmamı” söyledi Sarı İbrahim “O zaman rahatlar” dedi.
Bu arada taksici geldi yanıma “Birader, bunlar hep numara, para koparmak istiyorlar” dedi. Cebimden parayı çıkartıp verdim taksiciye “Bunlar tanıdıklarım” dedim “asıl sen işine bak burada kalacağım”
Yaklaşık yirmi dakika sonra kendine gelebilmişti kadın. Bu arada çocuk uyanmış “Su, abi su” diye ağlıyordu. Bir koşu tren garına gidip içecek ve yiyecek bir şeyler alıp geri dönmüştüm.
Tedirgin olmuştu Sarı İbrahim rahatlattım onu “Burada size kimse bir şey diyemez rahatınıza bakın” dedim.
Suyun birini açıp küçük Senem’e verdim. Bir yudum içtikten sonra geri kalanını annesinin yüzüne döktü Senem. Sonra da eliyle annesinin yüzünü sildi. İçimden “Demek çocuk buna alışık” diye geçirdim. Zira o böyle yaptıkça annesi daha da çabuk kendine geliyordu.
Zaten öylede olmuştu. Yarım saat daha oturduktan sonra bu kez aynı takside olmak üzere Hacettepe Hastanesinin önünde inmiştik. İner inmez “Doktorla görüşmeden sizi bırakmam” dedim. Güldü Sarı İbrahim “Yok desem gitmeyeceksin zaten, bu yüzden işimiz bitene kadar bize yardımcı olabilirsin” dedi.
Günün sonunda tahlil ve sonuçlar dahil toplam dört saat birlikte zaman geçirmiştik. İlk konuştukları doktor “İki ay sonra tekrar geleceksiniz” deyip Sarı İbrahim ve karısını odasından gönderdiğinde koridorda sandalyede uyuyordum.
Sarı İbrahim kaldırmıştı beni “Zahmet verdik ama biz gidiyoruz artık. Doktor iki ay sonrasına gün verdi.” diyerek.
Hastane kantininde yemek yedikten sonra yine bir taksiye binip terminale götürdüm onları. Otobüs ücretini ben vermek istedim ama kabul etmedi Sarı İbrahim “Bizim durumumuz iyidir, zayıf tarafımız hastalığadır” dedi.
Otobüse binmeden önce telefon numaramı istedi “Gelince sana köy peyniri getireyim” diyerek. Bir kağıda yazıp verdim telefon numaramı. İki ay sonrasına da sözleşip yolcu ettim onları. Otobüs, çıkış kapısına doğru yöneldiğinde camdan her üçü de bana el sallıyordu.
Aradan bir sene kadar geçmişti ki bir akşamüzeri cep telefonum çaldı. Daha önce hiç duymadığım bir ses yarı Türkçe yarı Kürtçe “Ben Songül, Sarı İbo’nun karısı Songül” diyordu. Hemen hatırladım Sarı İbrahim ve ailesini. Doğrusu o günden sonra neden aramadılar diye de çok düşünmüştüm.
Fakat önemli bir gelişme olmuştu ve artık Sarı İbrahim’in karısı Songül konuşabiliyordu. Çok sevindim buna, Ankara’ya geldiklerinde neden beni aramadıklarını ve eşinin durumunu sordum.
Bir süre sessiz kaldı kadın. Yutkundu. Ağladığı her halinden belli oluyordu “İbo” dedi “ölmüştir.”
Sonra bir sessizlik daha oldu telefonda. Birkaç kez “alo” diye bağırdım kimse duymadı. Seçemediğim çocuk sesleri gelmeye başladı. Kimi “anne” diye bağırıyor kimi “soğan nerede” diye soruyordu.
Belli ki sara nöbeti geçirmişti kadın ve benimle konuşurken yere yığılmıştı. Bekledim telefonda öylece bekledim. Kapatmadım da. On dakika sonra bir çocuk sesi geldi telefonun ucundan. Küçük Senem’in sesiydi bu “Su” diyordu “abi su.”
Veli Bayrak