Hala var mı bilmiyorum, benim çocukluğumdaki evlerde misafir odaları vardı.
Bunlar güzelce döşenirler ama normal zamanlarda hiç kullanılmazdı.
Kırıp dökerler ya da dağıtırlar diye küçük çocukların girmesi yasaktı buraya.
Bizim evdeki de camlı büfe içerisinde nadiren kullanılan seramik tabakları, fincanları, bibloları ve eski, modası geçmiş koltuk takımıyla odadan çok bir müzeyi andırırdı benim için.
Evde kimse olmadığı zaman bu yasak müzeyi ziyaret etmek gizli bir keyif verirdi bana.
Zaman içerisinde, sanırım bir yerden elimize para geçmiş olmalı ki buradaki koltuk takımı yenilendi. Eskisi parçalanıp yakılmak üzere kömürlüğe atıldı.
O yıl, Şubat tatilinde o kadar çok kar yağmıştı ki okulların açılması sürekli ertelendi.
Tıpkı diğer öğrenciler gibi okula yeni başlamış ve tatil ödevini yapmamış olan ben de çok sevinmiştim buna.
Mahalle arkadaşlarımla birlikte zamanımızın büyük bölümünü soğuktan yüzümüz kıpkırmızı oluncaya kadar sokakta karla oynayarak geçiriyorduk.
En büyük eğlencemiz de inişli çıkışlı sokağımızda kaymaktı. Yetişkinler bu duruma çok kızıyorlardı.
Çünkü yokuş, kaymaktan cam gibi olur ve onlar için yukarı çıkmak zorlaşırdı.
Bunun için kayak pistimize soba külü dökerlerdi.
Lapa lapa kar yağan bir sabah evimizin kapısı çaldı. Gelen amcamdı. Elinde tahtadan, ustalıkla yapılmış çok güzel bir kızak vardı.
Sevinçten uçacak gibi olmuştum. Hemen onu alıp sokağın başındaki yokuşta kaymak, biraz da arkadaşlarıma hava atmak için dışarı fırladım.
Yolda giderken kızağımın aslında bana hiç de yabancı gelmediğini farkettim.
Evimizdeki müzenin en nadide parçası, eski koltuk takımından başka bir şey değildi bu…
Necdet Yılmaz