İlkokuldaydım, birinci sınıfta. Hiç unutmadığım bir cezaya çarptırıldım.
Kara tahtanın önünde, sırtım sınıfa, yüzüm kara tahtaya dönük, ders bitimine kadar kıpırdamadan ayakta durmak…
Utanıyorum, midem bulanıyor. Ölmek istiyorum. Herkesten nefret ediyorum, herkes ölsün istiyorum.
Sonra bir ara cebimdeki kabarıklığı hissediyorum, kabak çekirdeklerim!
Bir kuruşluk kabak çekirdeği almıştım, bir tane bile yemedim.
Mahmut’la (Benden bir buçuk yaş büyük ağabeyim; üçüncü sınıfa gidiyor) eve giderken yiyecektik.
Evimiz taa tepede, Abidin Paşa Köşkü’nün orada.
Bahardı… Bademler açmış, tepeye giden toprak yol bomboş.
Ev yok pek. Apartman hele hiç yok. Göz alabildiğine tarla. Papatyalar, gelincikler…
Haydi be sen de!.. Ne diye ölecekmişim…
Mati’ciğimle güzelim dağ yolunda çekirdek yiyerek, konuşa gülüşe eve gitmek varken!
Şimdi dönüp geriye baktığımda, hep çekirdek misali umutlar peşinde ayakta kalabildiğimi görüyorum.
Öleceğimi bile bile bir çekirdek uğruna bu kadar çaba, çırpınma! Değer mi?
Birşey yap.
Met’i anımsıyorum, Sevgili Aziz Nesin’i… İçim ısınıyor yeniden.
Kalk hadi diyorum, durma koş, birşeyler yap. Yaşa…
Dur diyorlar bir yandan da, koşma…
Yeter, dinlen artık. Koşma…
Öl artık! Ama çekirdeklerim bitmedi ki daha…
Yıldız KENTER