Dokuz on yaşlarındaydım. Sıcak bir eylül Avanos’u.. Bir hafta sonra okullar açılacak. Yaz boyunca ayaklarımda tokyo, annemin abilerimden bozup uydurduğu eski bir pantolon, üzerimde kısa kollu kareli mavi bir gömlek..
Pantolonumun belinde kalınca bir ip: Kendir. “Avanos’un uşağı, kendirdendir kuşağı.” Babamın gazozhanesinde çalışıyorum. Çocuk bacaklarımdan, paçalarımdan akan soğuk sular, cebimde gizli gizli yediğim tuzlu kabuklu fıstık..
Saat 5 olduğunda Philips radyodan dinlenecek ‘Çocuk Saati’ hayalleri..
Gazozcu Mevlüt’ün Peri gazozları.. Sloganı da çok masum: “Peri bacaları diyarında Peri içilir.” Akşama açık hava sinemasında akrabalardan birinin düğünü var. Belki Serpil’i de görürüm. Öyle bir çocukluk işte.
İhsan
Gün ortası, meydandaki adliyenin önünde acayip bir kalabalık.. Tüm kasaba oraya toplanmış sanki.
Her zaman kapısının önüne gazoz bıraktığım Merkez Kahve’nin sahibi yaşlı başlı hoş sohbet amca, yanında çırak olarak çalışan, yetim, başka köyden gelme, esmer, uzun yüzlü bir çocuğa, İhsan’a, iki yıldır tecavüz ediyormuş.
Çocuğun bu durumu nasıl olduysa fark edilmiş, iş açığa çıkmış. Kahveci, elleri kelepçeli, başı önünde, polislerle birlikte adliyeye doğru hızlı hızlı gitmeye çalışıyordu.
Kalabalık hipnotize olmuş gibi onları izliyordu.
Birden, akrabamız rahmetli İsmail Abi, söktüğü kaldırım taşını bağırarak kahveciye fırlattı.
Başını yana eğmese kafasını parçalayacak iri taş gitti adliyenin yanındaki kahvenin su oluğuna çarptı ve ezdi.
Her sabah gazoz dağıtmak için dolaştığım çarşı içinde, çocuk kafamda hiç unutamadığım görüntülerden biridir, ezilmiş su oluğu.
Kahveci üç-beş ay sonra, hiçbir şey olmamış gibi işinin başına döndü. Artık bu dünyada yerinin olamayacağını düşündüğüm adam yine çay yapıyor, dağıtıyor, oturanlara laf atıyor, şakalaşıyordu.
Ona taş atan İsmail Abi de hiçbir şey olmamış gibi kahvede okey oynamaya devam ediyor, arada sırada kahveciyle laflıyordu.
İhsan’ı daha sonra hiç görmedim. İstanbul’a, akrabalarından bir terzinin yanına çırak olarak gittiğini söylediler. Bir daha da o kahvenin önüne gazoz bırakmadım.
Bektaş
Büyüdüm. Doktor oldum. Mecburi hizmet yılları..
Çekilen kurada benim bahtıma da Ankara yakınlarındaki bir köyün sağlık ocağı çıkmıştı.
Hayatımın en güzel, en coşkulu ve en pırıltılı yılları.. Ha deyince elmayı dalından, yıldızı yerinden kopardığım, imkânsızın farkında olmadığım yıllar..
Bir gün, her sabah olduğu gibi kalabalık bir hasta topluluğu muayene odamın önünde bekleşiyordu.
Bir ara, hemşirem Mesude Hanım kapıyı açarak bağırdı: “Rapor için bekleyen…” Onca insanın arasından orta yaşlı, sakallı bir adam ve yanındaki 7-8 yaşlarında başı önünde bir çocuk: Remzi oğlu Bektaş. Kalabalığı yararak odama girdiler.
Adam çocuğun babasıymış, akrabalarından biri Bektaş’a tecavüz etmiş, jandarma adamı yakalamış, Bektaş için fiili livata raporu hazırlayacakmışım.
Anüs muayenesi yapmam gerekiyordu. Sağ el bileğinin iç kısmındaki soluk adliye mühürü ile başı önünde sessizce bekleyen o çocuğu hasta muayene masasına çıkartıp, diz-dirsek pozisyonunda muayene etmeye çalışırken, çocuğun başını kaldırıp korkuyla yüzüme bakmasıyla içim ezilmiş, ne yapacağımı, nasıl hareket edeceğimi bilememiştim.
Onun başına gelenle benim muayene usulüm birbirine o kadar benziyordu ki. İşimiz bitti, onlar geldikleri gibi gittiler. İçimde kalan, Bektaş’ın sağ el bileğindeki mor adliye mührü.
Reyhan
Bir başka gün de merkeze epey uzaklıkta bir köye, kendini asarak intihar eden genç bir kadının otopsisi için gitmiştik.
Savcıyla yolda giderken öğrenivermiştim bütün hikâyeyi. Yeni evli genç bir kadın. Adı Reyhan. Kocası askerde. Kayınpeder tecavüz ediyor ve genç kadın hamile kalıyor.
Kaynana her şeyin farkında ama suskun. Koca yakında askerden dönecek. Genç kadın için bir tek çözüm kalıyor. Evin kilerindeki seren direğine asıyor kendini.
Savcının, “Biz gelinceye kadar hiçbir şeye dokunmayın” talimatına harfiyen uymuşlar.
Kilere girdiğimde ilk gördüğüm şey, direkte sallanan, ayağı şalvarlı, çenesi bağlı, küçücük genç bir kadının cesedi. Yerde yuvarlanmış bir sandalye, hemen onun yanında bir bohça, içinde kefen bezi, sabun ve lif, bir entari, birkaç küçük takı. Genç kadın sanki bir yolculuğa çıkar gibi hazırlanmıştı.
Tavanda kadının yanında bir başka şey daha sallanıyordu. Bir teker sızgıt. Yazdan hazırlanıp, kışa saklanan ve genellikle tavana iple asılarak bekletilen kavrulmuş et tekeri.
Yarısı yenmiş. Dışarıda, genç kadını yıkayacak su dolu kazanın yanında sessizce bekleşen köylüler.. Uyuyamamıştım gece lojmana döndüğümde.
Şahe
Aradan 25 yıl geçti. Şimdi İstanbul’dayım. Gazetelerde şöyle bir haber okudum: “Urfa’da berdel verilen Şahe Fidan kocasıyla kavga edip, daha fazla dayanamayarak sığındığı baba evinden geri gönderilince, 1.5 yaşındaki bebeğini sırtına bağlayıp, evin banyosunda kendini astı.”
Şahe’nin yakınları “Bizde evlenen kadının koca evinden ancak cesedi çıkar” demişler. Dedikleri gibi de olmuş.
Şahe kızım, başka bir yol bulamadın mı kendine? Ah benim bahtsız kızım, bebeğini sırtına sıkıca bağlarsan o da seninle gelir mi sandın?
Sana ipin ucundan başka bir çare bırakmayan ülkemde hâlâ neler gündemde bir bilsen. 1.5 yaşındaki kara gözlü oğlun seni çıktığın yolculukta yalnız bıraktı.
Artık onu hırsızların ve üçkâğıtçıların saygı gördüğü, soytarıların alkışlandığı, işbirlikçi ve onursuzların baş tacı edildiği bir ülke bekliyor.
Dilerim bir gün sağ salim büyüdüğünde bir büyük kentin kara duvarlı sefil bir mahallesinde umutsuzluk ve acılar içinde kaybolmaz.
Hekimliğimin yirmi beş yılı yetmedi kendisini ipe vermekten başka çare bilmeyen kız kardeşlerimin yarasına merhem olmaya. İhsan’ın yalnızlığına derman olmaya.
Bektaş’ın bileğindeki mührü silmeye. Reyhan’ı bir kez olsun dinlemeye. Yetmedi. Bundan sonra yeter mi bilmem. Dilerim ülkemi yönetenler bir gün uyanırlar bu ölüm uykusundan. Dilerim bizden sonrası için bir parça ümit kalmıştır hâlâ.
Ercan Kesal