Anneciğimi hatırlattı..Kendisi hemşireydi ama bütün mahalleli ona “iğneci” derdi…
İğneci, bu işi yapan amca ya da teyzelerin ismi önüne konan lakabıydı.
Çankırı’nın her mahallesinde mutlaka iğneciler bulunur; yaramazlık yapan çocuklar “İğneci geliyorrr!”diye korkutulurdu.
Çocukların en sevmediği, eve gelmesinden en hazzetmediği insanlardı iğneciler.
Eve iğneci gelince kaçacak delik arar, yatağın altına gizlendiğimiz olurdu.
Hatta iğneciyle sokakta karşılaşsak yolumuzu değiştirirdik.
Enjeksiyonu yapan kişinin, halk deyimiyle “elinin hafif olması” çok önemliydi ama iğneci, iğneciydi ve o zamanki iğneler dehşet kalındı sonuçta.
İğnecinin üstten açılan koca kabarık siyah deri çantasının içinde yok yoktu. Kolonyası, alkolü, ispirtosu, pamuğu, kaynatma kabı, boy boy kocaman iğne uçları…
Eve adım attığı andan itibaren bir soğuk hava dalgası estirir; bir taraftan evdeki büyüklerle sohbet ederken, diğer taraftan şimdiki tek seferlik plastik enjektörlerden önce kullanılan cam şırınganın parçaları olan “iğne, tüp ve pompasını” gaz ocağında kaynatma işlemini hızla başlatırdı.
İşin en can alıcı kısmı da işte bu noktada başlardı.
O beyaz sıvıyı acık ucundan püskürttükten sonra; davudi bir ses tonuyla “yavrum sakın kendini sıkma, serbest bırak! Yoksa ilaç donar!” komutuyla iğneyi kalçadan saplama faslına geçerdi.
Bazen ”rahat dur, sakın kasma kendini, bak yoksa Allah muhafaza iğne içerde kırılır neyim!” uyarısında bulunarak korkuyu daha da tırmandırır, böylece hane halkının da “acımayacak” diye topluca gaz vermesini sağlar ve bu destekle işlemi tamamlardı.
Enjeksiyondan sonra pamukla ovalar ve “Bak işte gördün mü, bitti. Sen erkek adamsın, şurda askerliğine ne kaldı…” diye sırıtarak çantasını toplardı.
Metin Yılmaz