Bugün on bir mayıs. Kaç yıl geçmiş üzerinden çocukluğumu açılan bir mezara gömdüğümden beri, kaç yıl?
Çocukluğum öldüğünde tam tamına otuz dokuz yaşındaydım. Otuz dokuz yaşında iki çocuğu olan bir anne ama anne ve babasının çocuğu olan bir kadındım. Baba ocağım ve babam vardı. Baba ocağına gidince, babam, “Hoş geldin kızım, nasılsın?” derdi ya, uçar giderdi varsa dertlerim.
Babam çay sevdiğimi bilirdi. “Bir çay demle içelim” derdi. Babamın çay içmeyeceğini bilirdim, o çayın benim için demleneceğini de… Çay demlenirken, çocukluğum demlenirdi. Çocukluk anılarım evin her köşesinden fışkırırcasına canlanınca, “Baba” derdim “seni çok seviyorum.”
Babam gülümserdi. Babam yüreğiyle gülümsemeyi bilenlerdi. O gülümseyince yıllar geriye sarar, ben çocuk olurdum. Babam o an çocuk olduğumu da anlardı. “Şu dolabı aç bakalım, ne var?” derdi.
O dolapta hep çocukken babamın aldığı gofret olurdu. Bilirdim dolapta gofret olduğunu da yine heyecanıma yenik düşerdim. Dolabı açar, gofreti alır, “Baba” derdim “bu gofreti çok seviyorum.”
Babam gülümserdi. Çocuklarım “Anne” derlerdi “Sen dedemin yanında farklı oluyorsun.”
“Nasıl farklı?” diye sorardım.
“Yani, bizim gibi, çocuk gibi oluyorsun.”
Bu kez ben gülümserdim. “Ben de babamın çocuğuyum” derdim.
Çocukluğum ilk sarsıntıyı babam hastalandığında geçirdi. Parkinson diye bir hastalığın olduğunu, babam Parkinson hastası olunca öğrendim.
Ben bencil miydim acaba, babamın hasta olmasından çok, dolapta olmayan gofretlerime, babamın gülümseyişindeki donukluğa üzülüyordum. Ben, çocukluğumun elimden uçup, gitmesine üzülüyordum.
Ablam akıllıydı, tüm araştırmaları yapmış, Türkiye’nin bu konuda en iyi doktoru diye önerilen, Ankara’daki doktora babamı götürmüştü. Artık ailece Parkinson hastalığının tüm detaylarını ve hangi evrelerinin olduğunu öğrenmiştik.
Hastalığın özelliklerinden biraz bahsedeyim. El titremesi, çene ve dudaklarda titremeler, hareket etmede zorluklar, yürürken küçük adımlar atabilmesi, ayaklarını sürüklemesi, yürürken kolların sallanmaması, kasların sertleşmesi nedeniyle tüm hareketlerin kısıtlanması ve benim için en önemlisi mimikler azaldığı için ruh halini yüzünden anlayamamak.
Babamın ruh halini yüzünden anlayamıyordum ama biliyordum. Ben titreyen merhametli, şefkatli elini, yanaklarını öptüğümde, babamın mutlu olduğunu biliyordum.
Ablam, babamın tüm bakımını üstlenmişti. Güvenemiyordu kimselere, “Babam” diyordu “çok hassas, bir yanlış bakıştan bile incinir.”
İnsan alışıyor varlığa, yokluğa, hastalığa, belki de alışmak değil de çaresiz kabul ediyor. Biz de aylar içinde babamın hastalığına alışmıştık. Bir sevgi okyanusu olan babamın, çocuklarının sevgisiyle iyileşebileceği umudunu yitirmeden… Varsın doktorlar bu hastalığın geçmeyeceğini söylesin, hayat mucizelerle dolu değil miydi?
Yıllar geçiyordu. Babamın hastalığı hep biraz daha kötüye gidiyordu.
Bazı akşamlar babamın yanında kalıyordum ama ablam, “Ben yine yanınızda olacağım” derdi. Yine babamın yanında kaldığım bir akşam, babam “Kızım” dedi “geceleri zor, uyuyup uyanınca her şeyi karıştırıyorum. Bu gece uyumayalım. Ablan rahat bir uyku uyusun.”
Saat akşamın onuydu. Babamla bir gece geçirecektim. Uyumamam gerekiyordu. “Baba” dedim “ben bir çay demleyeyim.” Babam gülümsedi, “Dolabı aç bakalım” dedi. Uzun bir süre bu kadar mutlu olduğumu hatırlamıyordum. Babam, benim babam, akşam yanında kalacağımı öğrenince, ablama gofret aldırıp, dolaba koydurmuştu. Benim mutluluğumun hep gofret kokması ondandır.
Babamla sohbete başladım. Babamla saat gecenin on ikisine kadar, kendimden, torunlarından konuştuk. Daha sabaha çok vardı. “Baba” dedim “sana bizi anlatayım mı?”
Babam gülümsedi. Evet, evet gülümsedi. Az da olsa gülümsedi. Gülümseyebildi. Babamın gülümsemesiyle, anılarım gülümsedi. Başladım anlatmaya:
Ben ilkokul üçüncü sınıfta iken, bir arkadaşım, arkadaşının çantasından izinsiz kalem aldığı yani çaldığı zaman öğretmenim, hırsızlık yapanların, yalan söyleyenlerin cehenneme gideceğini, cehennemde ateşlerin, canavarların olduğunu anlattığını ve benim cehennemden çok korktuğumu söylemiştim. Sen demiştin ki, “Kızım sen niye cehennemi öğrenip, ondan korkuyorsun ki, iyi davranışları, güzelliği öğren, cennete git. Cennette güzel güzel yaşa. Kötüyü düşünüp, iyiyi yaşayamazsın.”
Baba biliyor musun, senin bu cümlen üzerine bugünler de öyle çok kitap yazılıyor ki, sen nasıl bir cümleyle mutluluk yolunu önümüze açtın. Çok uzun cümlelere, bu konu üzerinde yazılan kitaplara gerek yok ki, iyi düşün, iyi yaşa, hepsi bu kadar.
Baba birde ne demiştin, hatırlıyor musun, “Kötü insan yoktur, kötü davranış vardır. O nedenle kimseden nefret etme, insanları kınama, yargılama, bilemezsin neden öyle davrandığını.”
Baba bu sözlerin benim hayat rehberim oldu.
Aklıma gelen diğer bir anımı anlatmadan önce, babam su isteyince, masanın üzerinde duran sürahiden bardağa su koydum. Babama suyu içirdim.
Tekrar babamın yanına oturdum, ellerini tutum, öptüm, kokladım, anlatmaya başladım. Babamlı tüm anılarım güzeldi. Anlattım… Anlattım…
Babam gülümsedi, gece gülümsedi.
Baba, “Hep bizim için yaşadın. Senin hiç isteğin, hayatta beklentilerin yok muydu?” diye sordum.
“Siz benimsiniz, benim tüm beklentim sizin sağlıklı, mutlu yaşamanız” dedi “Bir babanın çocuklarının mutlu olduğunu, iyi insan olduklarını bilmesinden daha mutluluk verici ne olabilir ki?”
“Bilmiyorum baba, gerçekten bilmiyorum. Benim bir gofrete daha ihtiyacım var. Ben yeryüzünün en şanslı insanıyım. Senin gibi bir babam var. Bir çocuk daha başka ne isteyebilir,” diye düşünerek kalktım. Dolabı açtım. Gofret aldım. “Baba bir tane de sen yer misin?” diye sordum. Babam “Orada kaç tane gofret var?” diye sözcükleri zar zor söyleyerek, sordu. “Çok var baba.” dedim. Dediğim an babamın neden sorduğunu anladım. Sabaha kadar gofret bana yetmeyecekse, yemeyecekti. Ah, babam! Ah!
Mutluydum. Başımı babamın dizine, babamın elini başıma koydum. Babam titreyen eliyle saçlarımı okşamaya başladı.
Bir kız çocuğu büyüsün, isterse yüz yaşına gelsin, saçlarını babası gibi okşayanı olmaz.
Saat gecenin üçü olmuştu. Babam tuvaleti geldiğini söyledi.
Ablam, “Tamam baba” dedi. Ah! be ablam, sen de mi uyumadın. Babamı bana bile güvenemedin.
Ablam hemen yattığı kanepeden kalktı. Babamın koluna girdik. Tuvalete götürdük. Oda ile tuvalet arası on metre yoktu ama babam ile yaklaşık kırk dakikada gittik. Tekrar odaya dönüşümüz de bir o kadar sürdü.
Ablamın kulağına eğildim, “Babamın altında bez bağlı olduğunu, neden yapmasını söylemiyoruz?” diye sordum. Ablam “Babam altına kaçırdığını bilirse çok üzülür” diye zor duyulur bir sesle cevapladı. Sorduğum sorudan utandım.
Babamı yerine oturturken, “Nasıl oturulur, unuttum” dedi. Babamın günlük davranışları bile zaman zaman unutması hastalığın ona yaptığı zalim bir oyundu.
Ablam bir koluna girdi, diğer koluna ben, beraberce milim milim dizlerimizi bükerek, babamla birlikte oturduk. Sabah ezanı okunuyordu.
Babam “Çok şükür bugünde oturdum ve sabah ezanını duydum.” dedi.
Birlikte ezanı dinledik.
Babamı yatağına yatırdık. Babam uyudu. Ben babamın başucunda saçlarını okşarken, böyle bir babam olduğu için göz yaşlar içinde şükrediyordum. Ablam, “Dikkatli ol, gözyaşların babama damlamasın, uykuda korkar” dedi.
Babam… Sevgisiyle çocuklarının yüreğini fetheden babam… Çocuklarına sevmenin gücünü öğreten babam…
O akşamdan tam on beş gün sonra sabah saatlerinde evimin telefonu çaldı. Telefonu açtım. Ablamın hıçkırık sesleri ve “Babam öldü” dediği kulaklarımdan beynime ulaştı.
Babalar neden ölürdü? Babasız kalan çocuklar sırtlarını hangi dağa yaslayabilirdi? Babalar kadar dayanıklı dağ var mıydı?
Ağlayamadım.
Beynimde yalnızca bir ses, “Baban yok, artık baban yok. Başını omzuna koyacağın, sorunun olduğunda anlatacağın, baban yok.” diye haykırıyordu.
Baba evime gittiğimde herkes haykırarak ağlıyordu. Babam kanepede yatıyordu ve ilk kez bana “Hoş geldin kızım” demiyordu. Babamın yattığı kanepenin yanına oturdum. Babamın tüm yüzünü, onca zaman dikkat etmediğim yaşam çizgilerini beynime kaydetmek istiyordum.
Evde çığlıklar devam ediyordu. Ben sussunlar istiyordum. Babamı, babamın sessizliğinde bir kez daha anlamak, bana vereceği son bir hayat dersi varsa onu kaçırmak istemiyordum.
Alnından, yanaklarından sonra ellerinden öptüm. Elini yanağıma koydum. Babamın elleri üşüyordu. Ellerini avuçlarımın içine aldım. Isınır mıydı? Ben çocukken, babam benim üşüyen ellerimi hep ısıtırdı. Ben babamın ellerini ısıtamıyordum. Ellerim buza yapışmış gibiydi. O an anladım, babam gitmişti. Feryadım sonsuzdu. En son beni de bırakıp gitmişti.
Güneş utanmadan parlıyordu. Ömrünü adadığı çocukları onunla gitmiyordu.
Sevgiyle dünyaya yaklaşanların, en büyük ödülünü öldükten sonra alacağını babam toprağa verilirken öğrendim. Babamın, sevgi ve merhametle dokunmuş olduğu her yaşta, herkes ağlıyordu.
Babam açılan bir mezarda yatıyordu. Üzerinde toprak vardı. Ellerine ulaşamıyordum. Sesini duyamıyordum. Ben artık babasızdım.
Babamın ölümünün dördüncü günü ev kasırgadan sonraki sessizliğe bürünmüştü. Gözler ağlamaktan yorgun düşmüş, dudaklar duadaydı…
Babamın “Sen iyi ol, cennette güzel güzel yaşa” sözüne tutunuyordum. Babam iyiliği, güzelliği yaşamıştı. Babam cennette olmalıydı.
Babamın ölümünden bir ay sonra bir gerçeği daha kavradım. Babamın ölümüyle birlikte benim çocukluğum da ölmüştü. Ne babamın bana gülümsediği gibi gülümseyenim, ne saçımı okşayanım, ne de gofretlerim eski tadında olacaktı.
Benim çocukluğum, bulunduğum şehirden çok uzak bir şehrin kabristanında, güllerle çevrili bir mezarda babasının koynunda uyuyor.
Bugün 11 MAYIS… Çocukluğumun öldüğü gün…
Gün Semray
Not: Okumuş olduğunuz öykü eğitimci/yazar Gün Semray Hoca’mızın “Çarpık Gülüşlü Kız” isimli öykü kitabından alınmıştır.