Çocukluğumda Aksaray’da pazar çarşamba günleri kurulurdu.
Eczanemizin önünde, bir meydan var. Meydana köylüler gelir.
Ne satıyorsa; yağdı, yumurtaydı, peynirdi falan… Biz tereyağı çocuğuyuz.
Sahtekarlık yoktu o zaman. Mis gibi tereyağlar.
Babam “Git bir cingil yağ al” dedi. Cingil şöyle bir bakır kap.
Gittim bir adam orada, pos bıyıklı, sigaradan yanmış bıyığı.
Üstü başı yırtık ama önündeki yağın üzerindeki bez koladan çıkmış gibi.
Tam parayı verirken 60 kuruş mu, 55 kuruş mu, oradan bir kol yapıştı “Yürü git” dedi.
Bir baktım müezzin İbrahim Efendi Amca, nur içinde yatsın. “Ulan dedi bunlar Alevi, bunlar Kızılbaş. Bunların kestiği yenmez, mekruhtur” dedi. Hiç kulağımdan gitmiyor.
Bugün 88 yaşındayım, bu anlattığım hikaye 7 yaşındayken.
Gittik başka yerden yağ aldık, eczaneye geldik.
Babama da şikayet etti “Kızılbaşlardan yağ alıyordu, önledim” dedi.
Şurama işledi bu benim.
Ne demek mekruh, ne demek Kızılbaş?
Ne demek Alevi? Neden yenmez?
Zamanla öğrendim ki bunlar Yavuz Sultan Selim’in kılıcından kaçan, Hasan Dağı’na sığınan Aleviler.
Bunlara merak saldım ben.
1953’te mezun olunca dedim ya gazete için gittim diye, işte kendimi Alevi köylerinde buldum.
20 yıl sonra peşine düştüm yani.
Zaten o arada da Alevilikle ilgilendim, hep kitap okudum.
62’de Cumhuriyet’e girdiğimde “Yav size bir röportaj önereceğim; Aleviler, Bektaşiler hakkında” dedim.
Başta Cumhuriyet gibi gazetede böyle röportaj olur mu dediler. Sonra İstanbul yapsın deyince Allah’ını seven tutmasın diyerek yola çıktım, 1,5 ay sonra döndüm.
Kitabı da var “Hû Dost”. Bu röportajlardan sonra nasıl mektuplar geldi biliyor musun? “Biz bunların böyle olduğunu bilmiyorduk” diye.
Benim yapmak istediğim de buydu. Postacı isyan etti, yeter artık diye.
Ben Alevileri, Bektaşileri çok sevdim… Sünniyim ama Alevilerden, Bektaşilerden aldığım birçok ödül var…